Bilim; gözlem, deney ve akıl yürütme yoluyla evrenin nasıl işlediğini anlamaya çalışır. Bu anlamda bilim, “nasıl?” sorusunu yanıtlar: Su neden buharlaşır? Gezegenler nasıl döner? Hücreler nasıl bölünür? Ancak “neden varız?”, “kim yarattı?”, “ölümden sonra ne olacak?” gibi sorular bilimsel laboratuvarlara sığmaz. Bu tür sorular, insanın varoluşuna dair anlam arayışından doğar. Cevapları ise formüllerde değil, düşünsel ve ruhsal derinlikte aranır.
Peki Tanrı bu denklemin neresindedir?
Bilim, Tanrı’yı kanıtlayabilir mi?
Ya da daha keskin bir soruyla ifade edelim: Tanrı görünmezse, yok mudur?
Bugün birçok kişi inançlarını sorgularken bilimden medet umuyor. “Görmediğime inanmam” diyenler çoğalıyor. Oysa bilimin kendisi bile bazı şeyleri varsayım üzerine kurar. Yerçekimini göremeyiz ama etkisini biliriz. Elektronu gözümüzle seçemeyiz ama onun varlığına dair deneysel sonuçlara sahibiz. Görünmezlik, yokluk demek değildir. Tıpkı sevgiyi, umudu ya da vicdanı tartamıyor oluşumuz gibi… Bunların hiçbiri laboratuvar cihazlarıyla ölçülemez ama yaşamın en güçlü gerçekliklerindendir.
Bilim, maddeyi inceler. Tanrı inancı ise anlam ve amaçla ilgilidir. Bilim, evrenin nasıl işlediğini açıklar; inanç ise evrenin neden var olduğunu, bu düzenin arkasında bir bilinç olup olmadığını sorgular. Bu iki alan birbiriyle çelişmek zorunda değildir. Aksine; bilimin açtığı her yeni kapı, insanı hayret ve merakla daha büyük bir düzene götürebilir.
Bir örnek verelim: Gökyüzüne teleskopla bakıldığında milyarlarca galaksi keşfedilir. Her biri, kendine özgü yasalarla işleyen muazzam sistemlerdir. Gözlemler ilerledikçe evrenin rastlantıyla açıklanamayacak kadar düzenli ve tutarlı olduğu fark edilir. Atomdan galaksiye, DNA’dan ışık hızına kadar her şey ölçülü, dengeli ve hesaplıdır. Bir saat, ustasız olur mu? Kâinat da başıboş değilse, arkasında bir irade, bir düzenleyici olması mantıksal bir sonuçtur.
Bilimin ortaya koyduğu karmaşık düzene rağmen bazıları hâlâ “her şey tesadüfen oluşmuştur” demekte ısrarcıdır. Oysa basit bir kitap bile yazarını gösterir. Yazı varsa yazan, resim varsa çizen, evren varsa düzenleyeni yok mudur?
İnanç, sadece kalbi duygularla değil; akılla, sorgulamayla ve vicdanla kurulur. Kur’an’da geçen “Hiç düşünmez misiniz?”, “akletmez misiniz?” soruları, insanın körü körüne bir inançtan çok daha fazlasına çağrıldığını gösterir. Akıl ve kalp birlikte çalıştığında, insan hem evreni hem kendini daha iyi tanır.
Elbette bilim, Tanrı’yı tarif edemez. Çünkü Tanrı bilimsel bir nesne değil, aşkın bir varlıktır. Ancak bilim, Tanrı’nın varlığına dair ipuçları taşıyabilir. Bu ipuçlarını okumak için sadece akla değil, aynı zamanda sezgiye, derinliğe ve ahlaki duyarlılığa da ihtiyaç vardır.
Bu noktada önemli bir ayrımı yapmak gerekir. Bilim ve din farklı alanlarda çalışırlar. Biri fiziksel dünyayı inceler, diğeri insanın iç dünyasını. Bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanın “niçin varım?” sorusu eksik kalacaktır. İşte bu boşluğu anlam, değer ve maneviyatla doldurmak gerekir.
Modern dünyada bu denge çoğu zaman bozulmuştur. Kimileri bilimi mutlak doğru olarak alıp Tanrı inancını küçümserken, kimileri de bilimi tamamen dışlayarak sadece kör inançla yetinmektedir. Halbuki sağlıklı olan; aklı, bilimi ve inancı bir denge içinde tutmaktır.
Bugün gençlerin aklında en çok dolaşan sorulardan biri şudur: “Tanrı varsa neden kötülük var?” Bu soru da tıpkı “Tanrı bilimle kanıtlanabilir mi?” sorusu gibi derin felsefi tartışmaları beraberinde getirir. Ancak unutmamak gerekir ki Tanrı inancı, sadece evrenin yaratılışıyla değil, insanın sınavı ve özgür iradesiyle de ilgilidir. Yani Tanrı’ya ulaşmak sadece teleskopla değil, aynı zamanda iç gözlemle mümkündür.
Sözün özü:
Bilim, Tanrı’nın izlerini taşır ama Tanrı’nın kendisini tarif etmeye çalışmaz.
İnanç, gözle değil; sezgiyle, akılla ve kalple kurulur.
Belki de bu yüzden, Tanrı’ya ulaşmak için mikroskop değil, vicdan gerekir.
