O zamanlar, sararmış bir fotoğraf karesi olarak kaldı çoğu evde. Akla geldikçe yüzünüzde hafif bir gülümseme bırakan… Mesela misafir evine gitmek çok heyecan vericiydi. Eski binalar, üç kişinin zor sığdığı ama beş kişi binilen dar asansörler… Çıkana kadar asansörde kalmamak için edilen dualar… Limonlu kek kokusu daha apartmandan içeri girer girmez dolardı burnunuza. Yuvarlak fırın tepsisine özensizce dökülmüş olması mıydı onu lezzetli yapan? Tadını hâlâ damakta bırakan? Yanına ya patates salatası ya da kısır kasesi. Mütevazı tabaklardı onlar. Şatafattan uzak, sehpada sunumu yapılan… Gösterişli tabaklarda, abartılı sunumlarla süslenmiş masalar yoktu. Yanında çay içerdi büyükler. Çocuklara paşa çayı yapılırdı. Demi bardağın üst kısmında, sıcak su alt kısımda kalırdı. Deney gibi bir şeydi. Çayın deminin karışmadan üstte kalışı saatlerce izlenmelik bir gösteriydi. Saatlerce derken bu bir mübalağa değil gerçeğin ta kendisiydi.
Çaya gelince sadece bir bardak içebilirdiniz. Öyle ikinci veya üçüncüyü istemek falan yoktu. Evde tembihlenir, öyle gidilirdi misafir evine. Bir şey istenmezdi, ne verilirse onunla idare edilirdi. İdare etmek de değil hoşunuza da giderdi. Belki başka seçenek olmadığından kim bilir. Birkaç talihsiz denemenin sonuçlarını unutmak ne mümkün. Anne hemen dürtüverir. Susar çocuk. Soru da soramaz. Her hamlenin bir çimdiklik durduruluş anı vardır. Soru sormak şımarıklık mı görülürdü, çocukların çok konuşması istenmez miydi, mahalle baskısı çok muydu o zamanlarda bilinmez; soru sormaya utandırılmış çocuklardı o dönemin çocukları.
“Neden böyle?” diye soramazlardı. Sormak akıllarına bile gelmezdi belki, bilmem kaçıncı çimdiğin acısı sayesinde. Geleni olduğu gibi kabul eden çocuklardı, büyüdükçe fark eden. Ne uyumlulardı, uyumsuz olmaları imkânsızdı. Bir aynılık okunurdu hepsinin davranışlarında. Okulda öğretmene sormaya çekinen, eve geldiğinde babasına anlatmaya korkan, kendi kendine halletmeye çalışan sorunları. Belki bir iki tane ayrık otu çıkardı sınıflarında. Babası yüksek yerlerde olan. “Şımarık” denirdi onlara. Onların cesur cevapları vardı, belki karşı çıkarlardı, bazen haddini aşarlardı. Yine de kimse o ayrık otunu ayrık gibi göremezdi. Kabul ederlerdi onu da öylece… Bu kadar uyum fazla değil miydi? Yoksa gerekli miydi?
Öyle ellerinde telefonlar, tabletlerle misafirlik gezmesine giden çocukların zamanı değildi o dönemler. Vakitler boldu. Günün yirmi dört saatten fazla olduğu zamanlardı. Evcilik oynanırdı, kâğıda bir şeyler çizilirdi. Bir iki tane oyuncak arabanız olabilirdi. Şanslıysanız belki birkaç el tetris oynama hakkı bulabilirdiniz, çok vakit harcıyorsunuz diye ebeveynler tarafından saklanmadıysa. Solo test varsa eğer elinizde saatlerce “bilgin” çıkabilmek için bir piyon kalana kadar uğraşılırdı. Fark ettirmeden kenara atılan piyonları saymazsak tabi. Yine de vazgeçmek, çabucak sıkılmak da pek yoktu lügatte. Tekrar tekrar denemek sıkıcı değil eğlenceli bile gelirdi.
O bol vakitlerin çoğunu, çocuklar dışarıda oyun oynayarak geçirirlerdi. Konuşma konusunda kısıtlansa da konu sokak oldu mu özgürlük tam da buradaydı işte. Akşam ezanıydı çocukları eve yollayacak büyülü ses. O ana kadar eve gitmek istemezdi hiçbir arkadaş. Hem eve gitse ne yapacaktı ki. Hâlbuki sokak öyle miydi?
Bisiklet sürmek, sıradan bir spor aktivitesi olmasa gerek. Cesurca ve başına gelecekleri düşünmeden girişilen hamlelerin başkahramanıydı o dönemin çocuklarını korkusuz birer girişimci yapan… Merdivenlerden bisikletle inebilme başarısı, üzerine hiç sorgulanmamış bir eylemdi. Düşerim korkusu önemini yitirmişti arkadaşlarla yapılan yarışın içinde. Hele o bisikletle ilaçlama aracının dumanının arasından geçme yarışı hangi akla hizmetti sormuyorum bile. Şansıysanız etrafınızda herhangi bir yere toslamadan bitirebilirdiniz bu yarışı. İşler pek de iyi gitmezse size o günlerden anı kalacak bir yara izinin taşıyıcısısınızdır artık. Ciğerlere bolca çekilen sinek ilacı ise belki sonrasında o kavuran güneşin altında tek kale yapılan maçla atılmaktaydı…
Mahalle bakkalından alınan çatapatı duvarlara sürterek koşmak ne kadar eğlenceli gelse de şimdilerde modası geçmiş bir oyuncağa dönüştü. Hatta patlayıcı madde diye satışı bile yapılmıyormuş. Bir de bunun daha göze batanı torpildi. Hani feza marka mavi olanı. Hatta kız kaçıran da derlerdi kızların üzerine atıp kaçırmak gibi anlamsız bir zevk barındırırdı. Anne-babalar pek sevmezdi; bir yetişkine yakalanmadan patlatabildiyseniz ne âlâ. O yüzden yüksek güvenlik önlemleri ve üzerine düşünülmüş harika bir planla bu macera tamamlanmalıydı. Patlama sonrasında çıkan o ses ve duman erkek çocuklar için büyük bir başarı hazzı barındırırken, kızların da kenardan hayranlıkla izledikleri ama yetişkinlerin kızarak grubu dağıtmaya geldikleri bir olay olarak kalırdı zihinlerde. Farklı türevleri de yapılırdı bu patlatma işinin. Sokak deneylerinin en heyecan verici olanıydı belki de. En yüksek sesi çıkaracak olan karışım büyük ilgi toplardı. Üzerine kutu kapatıp sesin şiddetini artırmak mı dersiniz, çatapat ve bakkaldan alınan bilumum patlayıcılarla birleştirmek mi dersiniz… Denenen ve alınan sonuçlarla oyunların şekillendiği sokaklardı o günler. Alıp patlatmak isterken sizden büyük bir abiye yakalandıysanız azarlanmanız büyük ihtimaldi, tehlikeli olduğunu söyleyip sonra torpili yakıp sizin üzerine atması dışında. Hâlbuki onun olmayan oyuncağı neden aldığı sorulmazdı, üzerlerine atılması zorbalık sayılmaz seneler sonra tekrar tekrar anlatılan komik bir anıya dönüşürdü.
Saklambaç oynamak hele de akşamları en keyiflisiydi. Akşam dışarı çıkılmazdı. Akşam saklambacının anahtarı; anneleri yalvar yakar ikna etmekti. Her yer karanlık, ebenin işi zordu. Hele de arkadaşının ceketini giydiysen “çanak çömlek patlardı”. Bir anda herkesin bağıra çağıra çanak çömlek patladı diye ebeye doğru koşması, ebenin önce şaşkın bakışı ve ardından tekrar ebe olma gerçeği bir korkulu rüya olabilirdi.
Çamurdan tabaklar yapmak o dönemin kız çocuklarının en büyük eğlencesiydi. Şimdinin farklı tasarımlara sahip, masaları sunumlarla dolduran tabakların fikir mimarlarının o çocuklar olabileceğini düşünmeden edemiyorum. Yapraklarla yemek yapmak, o çamurdan tabaklara koymak, ardından ağaç dallarından yapılan çatal kaşıklarla misafir ağırlamak. Ellerin çamur olması, tırnakların arasına giren toprak parçaları sorun değildi. Ojeli veya yapılı tırnağı bozulmasın endişesi taşımazdı o yürekler.
Geriye dönüp baktığımda içinde biriktirdiği binlerce soruyu kendi kendine bulmaya çalışan bir nesil durmakta. Ebeveynleri o çocukların sıra dışı fikirleri ile ne yapacaklarını bilemiyorlardı belki de. O fikirlerle baş edememekten korkuyorlardı. Ve böylece soru sorumaya utandırılan çocuklar, şimdilerde kendini fazlasıyla geliştirme derdine düşmüş durumdalar.
Yine de özleyerek anımsanır o günler; o konukluğun başka bir tadı, o limonlu kekin başka bir kokusu, o oyunların başka bir heyecanı kalmıştır kalplerimizde…

👏👏👏👏👏👏👏
🤗