Her imkana kolaylıkla erişebildiğimiz dönemleri yaşıyoruz. Özellikle bilgiye ulaşma noktasında “tek tık” dediğimiz eylemle saniyeler içerisinde istediğimiz dokümanı elde edebiliyoruz. Çoğu kaynak için kütüphanelere gitmeden, sayfalarca ansiklopedi okumadan çoğu literatür taramasını internet üzerinden elde edebiliyoruz. Tüm bunların içinde hâlâ okuyamıyorum diyen kişileri duydukça bu kolaylığın hakkını veriyor muyuz demekten insan kendini alamıyor.
Peki, bunca imkana ulaşma süreci “okuma” eylemi için nasıldı? Bu sorunun peşinden giderek bu kolaylık nimetinin daha da farkına varacağımızı düşünüyorum. Bunca imkân içinde “okuma” eylemi hayatımızın neresinde kalıyor?
Okumak; en basit haliyle harflere dökülmüş sesleri, anlamlı sözcüklere dönüştürmektir. Harflerle arasında kuralla bağlanmış ilişkiler takip edilerek birbirine ulanır. Cümle düşük gibi Bu, kavramın sözlük anlamıdır. Ama bence okuma eylemi kişiden kişiye değişen ve özelleşen bir tanıma sahiptir. Zamanımızın kolaylığını göz önüne alırsak. Eskiden bir bilgiye ulaşımın bu kadar rahat olmadığını görürüz. Antik dünyada Sokrates ve Platon yazılı metne karşı son derece şüpheliydiler. Eğitimli aydınların, sözlü geleneğin doğru yorumlarını devam ettirdiğine inanıyorlardı. Ve hatta yazılı metinlerle zihinlerin tembelleşeceğini ve bilginin aktarımının zayıflayacağına inanıyorlardı. Phaidros’a göre; “Her söz, bir kez yazıldığında hem onu anlayanlar hem de onunla hiç ilgisi olmayanlar arasında yayılır ve kime söyleneceğini ya da söylenmeyeceğini bilmez.” diyerek yazılı olan kaynakların gereksizliğine değinmiştir. Platon’a göre ise “Sözlü söylem hakikatin diliydi. Yazılı söylem, yanlış okumaya ya da yanlış yorumlamaya açıktır.” demiştir.
Tüm bu tartışma yolculuğundan geçerek orta çağa geldiğimizde ise yeni bir fikir ayrılığı doğmuş: kaynaklara kim ulaşacak? Üst soylular ve kilise yönetimindekilerin bilgiye erişimde a kolaylığı olsa da “diğer” diye atfettikleri insanlar- özellikle kadınlar bundan uzak tutulmuş. Alberto Manguel’in Okumanın Tarihi adlı kitabında Orta Çağ’da okuma eylemi şu şekilde anlatılmaktadır:
“Rönesans’ın Hristiyan toplumlarında okuryazarlık kilise dışında yalnızca soyluları, 13.yy’ dan sonra da burjuvazinin üst tabakasını kapsayan bir ayrıcalıktı. Bu işin yalnızca meteliksiz papazların işi olduğuna inanan insanlar olsa da üst sınıfların erkek ve az sayıda kız çocukları ilk harflerini küçük yaşlarda öğrendiler. Çocuğun bakıcısı okuma yazma biliyorsa öğretim işini başlatmak ona düşüyordu. Bu nedenle süt verdiği kadar çocuğa doğru konuşma ve telaffuz alışkanlıkları edindirecek bakıcıyı dikkatli seçmek önemliydi.”
Orta çağ ahlakçıları arasında ise, kızların gerek özel olarak gerek toplum içinde eğitilmeleri konusunda tartışmalar sürüyordu. Soylu Philippe de Novare; “Rahibe olmak istemiyorlarsa kızların okuma yazma öğrenmeleri uygun düşmez. Öğrenirlerse, geliştiklerinde aşk mektupları gönderip, kabul edebilirler,” uyarısında bulunmuştur. Ancak pek çok çağdaşı onunla aynı kanıda değildi. Chevalier de la Tour Landry “Kızlar hem dinlerini tanımak hem de ruhlarını kemiren tehlikelere karşı kendilerini korumayı öğrenmek için okumayı bilmeliler,” diyordu.
Aydınlanma ve matbaanın icadıyla bu durumlar biraz daha değişmeye başladı. Kitaba ve okuma materyallerine erişim kolaylaştı. 19.yy’da Paris’i ziyaret eden bir seyyah bu zamanları şaşkınlıkla notuna geçirdi: “ Kadın ve erkek herkesin elinde kitaplar var.”
Genellikle bu kitaplar roman türündeydi. Çünkü roman kültürü genellikle kadim uygarlıklılarda sözlü kültürün zirvesi olarak görülmekteydi. Eski Yunan ve Roma’nın ilk roman türündeki eserleri uzun zamandır sözlü geleneklerle dilden dile dolaşan hikayelere dayandığı düşünülmekteydi. Ama bu çağlarda da yine tartışmalar devam etmekteydi. Voltaire; “Okumanın Korkunç Tehlikesi” adlı bir deneme yayınladı. Bu deneme okumanın inananların ahlakının yükseltilmesi ve zihinlerinin esenliği için ebedi lanetlenme tehlikesine karşı herhangi bir kitabı okumalarını sonsuza dek yasaklıyoruz,” demekteydi.
Okuma imkânın erişim kolaylaşsa da hem geçmişte ve belki de hâlâ yönetimler okumanın gücünden korkuyordu. Yasaklanan kitaplar her dönemde var olduğu gibi, toplumun çalkantılı dönemlerinde galeyana ve ayaklanmaya sebep vermemek için yasaklananlar hep oluyordu. Örneğin; Genç Werther’in Acıları halkı intihara teşvik ettiğinden, Madame Bovary ahlaka aykırı olmasından, Hayvan Çiftliği Sovyet rejimine açık bir eleştiri taşıdığından dolayı döneminde yasaklananlar listesine giren kitaplardandır.
Okumanın tarihine baktığımızda, her dönemde birileri kelimelerin gücünden korktu, birileri de o gücün ardında özgürleşti. Bugün bize düşen, bu yolculuğun emeğini unutmamak; kitaplara yalnızca bir bilgi kaynağı olarak değil, aynı zamanda insanlığın ortak hafızası olarak yaklaşmaktır. Okumak, geçmişin çabalarıyla bize ulaşan en büyük miraslardan biridir. Bugün elimizde olan imkânların değerini bilmek, yalnızca ‘okuyabilmekle’ sınırlı değil. Asıl mesele, okuduğumuzu içselleştirmek, düşünmek ve sorgulamakta. Belki de her kitapla biraz daha kendi yolculuğumuzu yazıyoruz. Bu yüzden, okumanın kolaylaştığı çağımızda bize düşen, kelimelerle derin bir bağ kurabilmektir.
