İnanç, Kötülük ve Sorgulama Üzerine Felsefi Bir Yolculuk
Tanrı Varsa Kötülük Neden Var?
İnsanın varlığından bu yana eylemlerinin ardındaki amaç, mutluluk arayışıdır ve kendini güvende hissetmek ister. Bu arayışın önündeki engeller ise acı ve zulüm olarak görülür. Her bireyin kendi kişisel tarihinde karşılaştığı acı ve sorular bir yana bir de kitlesel olarak paylaşılan acılar vardır. Batı din felsefesinin kötülük sorununa en çok gönderme yaptığı olay Lizbon depremi veya Nazi zulmü gibi geçmişte yaşanmış olaylardır. Teolog Eugene Borowitz(1924-2000) Holocoust’a dair şöyle yazmıştır,
“Holocoust’a izin vermiş olabilen, o esnada sessiz kalmış olabilen, tam arandığı zaman “yeryüzünü gizlemiş olabilen” herhangi bir Tanrı, inanmaya değmezdi. Onun hakkında anlayabileceğimiz şeylerin bir sınırı olabilirdi, fakat Auschwitz anlamayı makul olmayacak denli askıya almayı gerektiriyordu. Bu denli dehşetli bir kötülük karşısında o iyi ve kudretli olan Tanrı, öylesine anlaşılamazdı ki, insanlar “Tanrı öldü” dediler.
Ülkemizde ise 6 Şubat 2023’te yaşadığımız Pazarcık depremini söyleyebiliriz. Şüphesiz ki bu depremin akabinde de yine kader ve Tanrı bağlamında soru ve sorunlar ortaya çıkmış, ülkenin bir afet teolojisinin olmadığı yönünde eleştiriler yapılmıştı. İster Holocaust’taki akıl almaz zulüm olsun, ister günümüz tarihinde dahi halen yaşanılan etnik ve dinsel zulümler olsun, isterse dünyanın herhangi bir yerinde açlıktan ölen insanlar olsun görmezden gelinemeyecek olan şey; kötülüğün varlığıdır. Bir anlam arayışının yumağı olan insan ise karşılaştığı tüm kötülüklerin ardındaki nedeni sorgular. Bazıları inanç penceresinden bakarak bir anlam verirken bazıları ise kötülüğün varlığı ile Tanrı’nın var olması arasındaki ilişkinin tezatlığını ve anlamsızlığını vurgular.
O halde kötülük nedir ve neden bir problem haline dönüşmüştür ele alalım.
Kötülük problemi Tanrının mutlak iyi ve güçlü olduğu inancıyla başlar. Çoğu dini inanç sisteminde Tanrı, her şeyi bilen ve gücü yeten, sonsuz derecede iyi olan bir varlıktır. Bu durumda, mutlak iyi olanın kötülüğü engellemesi beklenilir. Dünyaya dönüp baktığımızda ise birçok kötülük ve sıkıntı ile karşılaşırız. Ortaya çıkan ikilemde ya “Tanrı vardır ve kötülüğe izin veriyor,” diyeceğiz ki bu yaygın Tanrı anlayışına uygun düşmüyor yahut “kötülük varsa Tanrı yoktur”, diyeceğiz. Üçüncü bir şık ise, ‘bilinemezci’ olacağız. Şimdilik üçüncü şıkkı bir kenara bırakıp ilk iki şık üzerinden devam edelim.
Kötülükler genelde iki ana karaktere ayrılır; doğal kötülük ve ahlaki kötülük.
Doğal kötülük, yapılan hırsızlık, cinayet, zulüm gibi eylemlerden doğan insan kaynaklı kötülüklerdir. Bu kötülükler insanların seçimleriyle meydana gelir. Doğal kötülükler ise seller, depremler, heyelanlar, hastalık yapan bakteriler gibi doğanın işleyişinden kaynaklanan kötülüklerdir ve insanların herhangi bir etkisi olmaz. Çağdaş Batı kötülük problemi literatüründe fiziksel kötülüklerle ilgili çarpıcı örnek verilmek istendiğinde yukarıda da andığımız gibi Lizbon depreminden bahsedilir. Bu deprem, 1 Kasım 1755’te 8.9 veya 9.0 şiddetinde olur ve Lizbon şehrini altüst eder. Yaklaşık kırk bin insanın öldüğü iddia edilir. Üstelik bu deprem Azizler gününde ve kilisenin tıka basa dolu olduğu bir günde olmuş ve bu depremde ölmeyenler ardı ardına gelen sarsıntılarda, yangınlarda ve gelgit dalgalarında ölmüştür. Yakın zamanda 6 Şubat 2023’te yaşadığımız ve 50 bin insanımızın ölümüne sebep olan Kahramanmaraş depremi de aynı sarsıntı ve etkiyi yapmış, kader ve Tanrı bağlamında tartışmaya zemin hazırlamışsa da yerleşik teodise ve inanç, felsefi düzlemde Lizbon depremi gibi etki oluşturmamıştır. Bu kötülük türü, Tanrı’nın kullarını cezalandırması veya evrenin kozmik uyumuna zarar vermeden gerçekleşen kaçınılmaz doğal olaylar olarak değerlendirilir. Bu kötülüklerin sorun olarak teşkil edilmesi, bilinen ve öğrenilen Tanrı tanımına uymadığından ileri gelir. Tanrı madem iyi ve kudretlidir, merhametlidir, neden insanların bu şekilde acı çekmelerine müsaade eder? “kötülük problemi” karşısında dinler, sahip oldukları kutsal metinler ve zaman içinde oluşturdukları teolojik ve felsefi gelenekleri ile birbirlerinden farklı tepkilerde bulunurlar. Mesela,
Kötülük problemini açıklamak için geliştirilen önemli görüşlerden biri “özgür irade” savunusudur.
Buna göre Tanrı, insanlara iyi ve kötü arasında seçim yapma özgürlüğü vermiştir. Bu açıdan bakıldığında kötülüğün varlığı Tanrı’nın insanların iradesine duyduğu bir saygının sonucudur.
Bazı dini öğretilere göre ise kötülükler, imtihan veya sınav olarak görülür.
İnsanlar, hayatlarında karşılaştıkları zorluklar ve kötülüklerle mücadele ederek ahlaki olarak gelişirler. Acılar, insanların dayanıklılığını artırır. Veya insanlar zor durumda olanlara yardım etmek için kötülükle karşılaşır; böylece iyilik, fedakârlık ve dayanışma gibi değerler güçlenir.
Her ne kadar inançlar bazında sorun, bu şekilde değerlendirilse de felsefe tarihine baktığımızda kötülük sorununun uzun bir mazisi ile karşılaşırız. Söz gelimi ilkçağ filozoflarına baktığımızda Platon, mutluluğu bilgi ile bir tutarak, cahil kimsenin kötülük yaptığını söyler. Ona göre, bilgili kimse kötülük yapmaz. Çünkü nihai amaç, mutlu olmaktır. Aynı zamanda Herakleitos da Platon gibi kötülük sorununa iyimser bakar. “hastalık, sağlığı hoş kılar, açlık tokluğu, yorgunluk dinlenmeyi” diyerek karşıtlıkların birbirini gerektirdiğini, iyi ile kötünün bir olduğunu ve kötü şeylerin iyiye zemin hazırladığını ifade eder. Grek felsefesinde Platon ve Herakleitos gibi isimler felsefi iyimserlik taraftarlarıdır. Felsefi iyimserliğe göre kötülük bir yanılsamadır ve bazı şeylerin kötü sanılması insanın sınırlı bakış açısından kaynaklanır. Orta Çağ’a geldiğimizde ise St. Augustine, İbn Meymun ve St. Thomas Aquinas karşımıza çıkar. Burada kötülüğün çözümünden çok kavramın kendisine yoğunlaşılır. St. Augustine’nin düşüncesinin temelinde Hıristiyanlığın düşüş doktrinini görürüz. Ona göre Tanrı insanı kendisinde hiçbir günah olmaksızın yaratmıştır fakat insan özgürlüğünü kötüye kullanarak günaha düşmüştür.
İslam felsefesine baktığımızda, İbn Sînâ, Tanrı’nın mutlak kudreti ve mutlak iyiliğini, varlığın olabileceği en iyi durumla çelişkili görmez. Âlemdeki kötülüğü Tanrısal amaçla değil de bizzat maddeyle açıklar. Ona göre kötülük, yalnızca madde ile formdan oluşan âlemde bulunur. Dolayısıyla kötülüğün kaynağı madde olunca, kötülük sadece ay altı âlemde bulunur. İbn Sînâ açısından önemli olan kötülüğün bulunması değil, kötülüğün bir amaç olarak bulunmamasıdır. “Leysel imkanu ebdeü min makan” diyen Gazzali, her türlü kötülüğe rağmen ilahi adaletin her tarafı kuşattığını öne sürer. Gazali’nin optimist felsefesinin izlerini Leibniz’da görebiliyoruz. Leibniz da Orta Çağ filozoflarından farklı olarak kötülüğün de sebebinin Tanrı olduğunu dile getirmiş ve mükemmel bir âlem için bunun gerekli olduğunu ifade eder.
Yeniçağa geldiğimiz de Kant da kötülüğün insan isteminden kaynaklandığını iddia etmiştir. İnsanın özgürlüğünü ve dolayısıyla ahlaki sorumluluğunu kabul eden Kant, kişilerin iyiye meyilli doğsalar da kendi özgür istemleriyle kötülüğü tercih ettiklerini savunmuştur. Kant’a göre ahlak yasalarının dışında davranan insan “radikal kötülüğe” sebep olmaktadır. Ona göre insanlar radikal kötülüğe doğuştan eğilimlidir. Çünkü insanlar bilinçli olarak ahlak yasalarını ihlal etmişlerdir.
Hume ise âlemde sanıldığı gibi tasarlanmış bir düzenin bulunmadığını, şayet bu âlemin mutlaka tasarlayıcısı aranacaksa bunun, mükemmel bir Tanrı olamayacağını göstermektedir. Hume açısından âlemin bir saat, makine ya da güzel yazılmış bir kitap gibi düşünülmesi, saat ve makinanın ustası, kitabın da yazarı olduğu gibi âlemin de bir tasarlayıcısı olduğu sonucunu çıkarmak oldukça saçmadır. Kötülüğün varlığını, âlemin düzenli olmadığına dayanak yapmakta ve buradan hareketle de teist sistemlerin en güçlü delillerinden olan düzen ve gâye delilinin, Tanrı’nın varlığını ispatlamada kullanılabilecek uygun bir delil olmadığı bağlamında inceler.
Hegel’de iyilik ve kötülük arasındaki uzlaşma kötülüğün bilgi sayesinde aşılıp onun arka planda kalmasıyla sağlanacaktır. Hegel de kötülüğün amaçsız olmadığını düşünen filozoflardan biridir. “…acı amaçsız bir olgu değildir; bir hayat belirtisidir, yeniden yapılanmayı sağlayan bir dürtüdür o.” ifadesi Hegel’in bu görüşünü yansıtır. Ona göre, iyi ve kötü aynı zamanda özgürlüğün ortaya çıkması için zorunludurlar. Çünkü iyi ve kötünün farkı ortadan kaldırılırsa, bu durumda ahlaki sorumluluk gereği gibi açıklanamaz. Mutlak anlamda iyi, kendisini mutlaklıkta (absolute), mutlak olarak bilen Geist (ruh) in özgürlüğüdür.
Kısaca ele aldığımız incelemeler gösteriyor ki kötülük problemi felsefi açıdan halen tartışılmayı bekleyen bir yumak olarak karşımızda duruyor ve teizme yöneltilen en güçlü argümanlar arasında güncelliğini koruyor. Ki bu sorunun nihai bir sonuca ermesini beklemek büyük bir hata olur. Nitekim anlam dünyası ispat gibi akli açıklamaların yanında bir de içsel bir tasdiki de ister. Nasıl ki Tanrının varlığını ve yokluğunu ispatlamak aynı derecede mümkünken kötülüğü Tanrıya nispet edip etmemek de o derece mümkün oluyor. Burada belki de asıl sormamız gereken soru, kötülüğün nereden geldiğinden ziyade kötülük karşısında ne yapmamız gerektiğidir. İnsan, eylemlerinin eseridir. Var olana karşı, duruşumuz nedir? Bunu düşünmek gerekir.