Bugün pek çok insan kutsalın değiştiğinden, yozlaştığından şikâyet ediyor. Peki, kutsal gerçekten yozlaşıyor veya değişiyor mu? Bugün bir zamanlar “kutsal” sayılan şeylerin gündelik tartışmalara malzeme olması, dini sembollerin ticarileşmesi veya araçsallaşması bu soruyu daha yakıcı hale getiriyor. Bunu Durkheim’a sorsaydık o muhtemelen şöyle derdi;
“Kutsal gökten inmez. O, toplumun kendi değerlerini yüceltme biçimidir.”
İnsanlar neye anlam yüklüyorsa, kutsal odur. Bu bir taş da olabilir, bir ağaç da, bir fikir de. Ama bu kutsallık doğuştan gelen bir şey değildir. Peki, kutsal nedir ve nasıl oluşur?
Din, insanlık tarihinin en eski kurumlarından bir tanesidir. Dinin özü olan kutsal kavramı ise sadece metafizik bir gerçeklik olarak değil, toplumsal olarak inşa edilen bir anlam alanı olarak ele alınabilir. Kutsal; dokunulmaz, aşkın ve yüce olandır ama bu aşkınlık ve yücelik çoğu kez insanın kendi değerlerini yansıtma biçimi olarak da görülür. Dolayısıyla kutsal olan sadece Tanrı’ya dair olan değil, toplumun korkularına, düzenine ve kendi varlığına dair bir yansımadır.
Durkheim, bize muhtemelen bu açıklamayı yaptıktan sonra kutsalın nasıl oluştuğunu şöyle açıklayacaktır:
“Toplum, bir nesneye ya da fikre anlam atfeder ve bu anlam ortak duygularla birleşerek ritüellerle pekişir. Böylece sıradan olan artık “dokunulmaz” olur.” Bu tanımda dikkat çeken unsur, kutsalın doğaüstü bir varlıkla değil, toplumun ortak değerleriyle ilişkili olmasıdır. Kutsal olan, toplumun sıradan olanı yüceleştirme biçimidir. Toplum, kendi yarattığı bu sembol aracılığıyla kendini tanır ve onun etrafında bir düzen kurar.
Durkheim, bu noktada şunu da kesinlikle eklerdi: “Toplum değiştikçe kutsal da değişir çünkü kutsal sabit bir cevher değildir. O, değişen toplumsal bilinçle şekillenen anlam alanıdır.” Yani, toplumla birlikte o da değişir, derinleşir ya da bazen daralır ve içi boşalır. Bir anlamda kutsal, toplumun kendine tuttuğu aynadır. İnsanlar bir varlığı, nesneyi ya da fikri kutsal kıldığında, aslında kendi kolektif kimliğini, değerlerini ve varoluşsal kaygılarını yüceltir. Durkheim buna “toplum, tanrıya tapmakla aslında kendine tapar.” der. Bir toplumda “ahlak” yalnızca kadın bedeni üzerinden tanımlanıyor, ama adaletsizlik, şiddet görmezden geliniyorsa; Bu durumda o toplumun “kutsal” olanı da çarpıtılmıştır ve bu Tanrı, artık bir adalet Tanrısı değil, bir erk, kontrol ve korku Tanrısıdır. Genç bir kadın, gece sokakta yürürken saldırıya uğruyor. Saldırgan değil, kadın yargılanıyor. Toplumun bazı kesimleri bu olayı “ahlaki bir uyarı” gibi gösterirken, aynı anda büyük şirketlerin milyonluk yolsuzlukları gündem bile olmuyor. Böyle bir ortamda kutsal olan şey artık adalet değil, kontrol ve itaattir. Eğer kutsal olan, toplumun kendisini yüceltmesiyse, bu durumda bozulmuş bir toplumun kutsalı da bozulur. Adaleti, merhameti ya da eşitliği dışlayan bir toplum, kendi şiddetini, ayrımcılığını ve çarpık ahlak anlayışını Tanrı adına meşrulaştırabilir. Bu bağlamda, Tanrı figürü artık aşkın bir varlık değil, mevcut iktidarın, düzenin ve korkuların toplumsal bir yansıması haline gelir. Bu da birliğin değil tahakkümün kutsallaşması anlamına gelir.
Durkheim bize şunu hatırlatır:
“Kutsal olan, aslında toplumun aynasıdır.”
Sonuç?
Kutsal sabit değil. Toplum değiştikçe, kutsalın anlamı da değişir.
İyi haber şu: Biz, kutsalı yeniden tanımlayabiliriz.
Kötü haber de aynı: Onu çarpıtıp kendimize yabancılaştırabiliriz.
Ama en azından Durkheim şunu söylemiş olurdu:“Toplum, kutsalı kendi elleriyle kurar. Ve yine kendi elleriyle dönüştürme gücüne sahiptir.” Bunun örneklerini de görüyoruz. Kadın cinayetlerine karşı yürüyen insanlar, doğayı korumak için mücadele eden gençler… Bunlar kutsalın yeniden tanımlandığı, kolektif vicdanın harekete geçtiği anlardır. Yeni kutsallar; adalet, dayanışma ve yaşam hakkı gibi değerler etrafında inşa ediliyor.

Öyle hakikat içeriyor ki yazı, emeğine sağlık ❤️🙏🏼
Kıymetli yorumun için çok teşekkür ederim. 🙂