Kırık Yansımalar

-

-

 BİRİNCİ BÖLÜM – CAM KENARINDAKİ ADAM

Saat, her zamanki gibi kendini unutturmuştu. Masanın üstündeki kahve lekesi, kül tablasının kenarındaki izmarit yığını, rüzgârın perdeyi hafifçe dalgalandırması… Her şey yerli yerindeydi. Ama adam—o cam kenarındaki adam—yerli yerinde değildi.

Adının ne olduğunu bilmiyoruz henüz. Bu önemli mi? Belki de değil. Zira onun hikâyesi, bir adı hak edecek kadar düzenli başlamadı. İçinde ne varsa zamanla sızacak. Adı, geçmişi, günahları, pişmanlıkları. Ama önce o pencere kenarına dönelim.

Otuzlarına yaklaşmış yahut geçmişti. Göz altları, ya uykusuzlukla ya da fazlaca düşünmeyle kararmıştı. Evin içindeki kitaplar düzensizdi ama rastgele değildi. Okumuş, anlamış, üstüne düşünmüş, sonra yerine koyamamış gibiydi. Her şey biraz okunduktan sonra kapatılmış kitaplara benziyordu: bir ilişki, bir şehir, bir inanç belki. Her biri bir süre denenmiş, sonra terk edilmişti. Pencerenin önüne oturmuş, elindeki kadehte çoktan ısınmış şarabı bir kenara bırakmıştı. Gözleri dışarıdaydı, ama baktığı şey dışarıda değildi.

Bu sabah uyanmamıştı. Bugün yalnızca uyumamayı bırakmıştı. Uyku bir karar olmuştu artık, doğal bir süreç değil. Yorganı üzerinden atarken değil, yerdeki bir kitabın kapağına takılmış gözleriyle düşünmüştü: “İnsan ne zaman uyanır? Saat çaldığında mı, yoksa artık bir şeyin değişmeyeceğini anladığında mı?”

İşte o andan beri pencerede. Belki birkaç saat, belki de birkaç ömürdür orada. Bunu biz bilemeyiz, o da bilmiyor.

Bir ses duydu sonra. Tam da zihninin karanlık bir köşesine inmeye karar verdiği sırada. Komşunun yukarıdan düşürdüğü bir tabak mıydı? Belki bir çocuğun ağlaması. Belki sadece hayal gücünün yaptığı küçük bir şaka. Ama ne olursa olsun, bu sesle birlikte zihninde bir perde daha aralandı.

“Sen neden buradasın?” dedi kendi kendine. Yüksek sesle değil. Ama içinden gelen o ton… İşte o ses, yıllardır duyduğu en net şeydi.

Hikâyenin başlaması gerekiyordu artık. Çünkü soru sorulmuştu. Ve her hikâye gibi, bu da bir soru ile başlayacaktı: “Gerçekten burada mıyım?”.

İKİNCİ BÖLÜM – DÜŞEN PERDE, KALAN GÖLGE

Camın önündeki adam yerinden kalkmadı. Kıpırdamadı bile. Ama içindeki sarsıntı, yerle gök arasına çekilmiş görünmez bir yıldırım gibiydi. Sessizdi. Fakat o sessizlik, bir çığlığın sonundaki mutlak boşluktu.

Ev sessizdi. Duvarlarda eski bir takvimin yırtılmış yaprakları gibi anılar asılıydı. Tavanın köşesine yerleşmiş örümcek ağında bile bir anlam vardı artık. Her şey, hatırlamaktan çok kaçınmaya çalıştığı bir geçmişin izlerini taşıyordu.

Bir kitap çekmeceden düştü -kendi kendine gibi-.Adını bile unutmuştu adam o kitabın. Fakat sayfaları açıldığında, ortasında kalmış bir kâğıt çıktı. Sararmış, kenarı kıvrılmış bir mektup. El yazısı çarpıktı. Kadın eliydi bu. Aceleyle yazılmış ama içinde yılların suskunluğu vardı. Cümleler eksik, ama hisler fazlaydı.

“Beni neden susturdun bilmiyorum. Belki de seni ilk gördüğüm anda çoktan kaybetmiştik birbirimizi. Ama ben seni hâlâ…”

İşte o cümlede koptu adam. Kadehini değil, bakışlarını kırdı önce. Camdan dışarıya değil, kendi içine bakıyordu artık. Gözlerinde bir yüz belirdi: ince parmaklı, dudakları kelimelerden önce sessizliği seven, gözleri yorgun ama içten gülümseyen bir kadın. Adını hatırlayamadı. “Leyla” idi belki. Belki başka bir şey. Ama o yüzün adı, adamın göğsünde yankılanan son sıcaklıktı.

Koltukta doğruldu. İlk kez. Uzun süredir ilk kez bedenini değil, kararını oynattı.

Dolaba yürüdü. Sol alt çekmece. Onu oraya yıllar önce kendisi koymuştu, ama varlığını unutmuştu. Eski bir defterdi bu. Kapakta mürekkep lekesi. İçeride çizimler, düşünceler, felsefeye benzeyen ama hayat kadar kişisel cümleler. Bir sayfada sadece üç kelime vardı:

“Zaman beni unuttu.”

Ve altına bir tarih atılmış: “3 Nisan 2017.”

Bugünse… neydi bugün? Günler artık tarihsizdi. Takvim, duvarda değil zihindeydi. Ve orada her şey dağınıktı.

Kitaplığına döndü. En üst raftan bir kitap çekti. Kapağı bile solmuştu: “Varlık ve Hiçlik.” Okumamıştı belki de. Ya da bir yerinde bırakmıştı. Sayfalar arasında kendi notlarını buldu:

“Hiçlik, bir eksiklik değil. Bir çağrıdır. Duyabilenler için.”

Adam o gün ilk kez ağladı. Sessizce. Gözlerinden yaş akmadı belki ama içinden bir şey eridi. Belki de o an, tam da o an, yere düşen yaprak gibi, “hayat” dediğimiz şeyin gerçek ağırlığını ilk kez hissetti.

Ve düşündü:
“Bir insan, aynı anda hem hatırlayabilir hem unutabilir mi?”

Cevap veremedi. Ama o gece bir rüya gördü. Ve rüya, öyle alelade değildi.
Gökyüzünde süzülen bir adam vardı. Altında şehir, üstünde sonsuzluk.
Yerdekiler ona bağırıyor, yukarıdan bir ses fısıldıyordu:
“Daha değil… Henüz düşmedin.”

Ve işte o an, adamın kalbi ilk kez “yeniden” attı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM – UYANIŞIN GECESİ

Saat gece yarısını geçtiğinde sokak lambalarının ışığı duvara ölgün bir sarılık serpiyordu. Dışarısı sessizdi ama içerisi değil. Adamın içinde bir tür uğultu dönüyordu; geçmişin ayak sesleriyle geleceğin belirsiz tınıları birbirine karışıyor, zamanın ne ileriye ne de geriye akmadığı, donmuş bir an yaşanıyordu.

Koltukta yine aynı pozisyonda buldu kendini. Fakat o artık aynı adam değildi. O akşam, zihninin tozlu odalarına yürümüş, bastığı her adımda eski bir anıyı kırmıştı. Düşünceler artık usul usul değil, çığlık çığlığa dönüyordu kafasında. Kendi sesini ilk kez bu kadar net işitmişti.

“Beni kim yarattı?” diye sormadı.
“Neden varım?” demedi.
Sadece şunu düşündü:
“Niye gitmedi?”

Giden o değildi çünkü. Gidilemeyen bir şey vardı. Kırılmamış bir bağ, tamamlanmamış bir diyalog. İçinde hep yarım kalmış bir cümle gibi yaşayan kadının gözleri, rüyasında bile bakmaya korktuğu bir gerçeğin temsilcisiydi.

Kitaplığa yürüdü tekrar. Bu kez rastgele çektiği bir romanı açtı. Satırları okumadı, baktı sadece. Kelimeler artık bilgi değil, yankıydı. Her cümlede bir başka “kendisi” ile karşılaşıyordu. Sartre’ın “Özgürlük bir lanettir.” dediği yerde takıldı kaldı. Başını eğdi. Gülümsedi mi yoksa acı mı çekti, belli değildi.

Ve sonra, ansızın bir defter çıkardı. Sayfaları boştu. Yazmaya başladı. İlk cümle şu oldu:

“Bugün kendime bir mezar kazdım. İçine gömdüğüm şey neydi bilmiyorum ama toprağı nemliydi. Demek ki hâlâ yaşıyordu.”

Yazdı. Sayfalar doldu. Yazdıkça içindeki sis aralandı. Ama bir noktada durdu. Kalemi yere bıraktı. Çünkü bazı duygular yazıyla da anlatılamazdı. Bazı acılar, dile geldiğinde yok olurdu—çünkü dile gelmeyecek kadar gerçekti.

Sonra telefona uzandı. Numara yok. Mesaj yok. Ama parmakları bildik bir ritimde yazmaya başladı:

“Sana gelmedim. Ama senden hiç gitmedim. Eğer hâlâ uyanıksan, bil ki ben bu gece kendimi ilk kez gördüm.”

Göndermedi. Sildi. Ama yazdığı cümle, kendi zihninde mühürlendi. Bu mühürle, o gece ilk kez yatağına uzandı.

Uyumadı. Gözlerini kapadı sadece. Göz kapaklarının arkasında çocukluk görüntüleri akmaya başladı. İlk defa, annesinin sıcak nefesini, babasının gölgede kalan yüzünü, ilkokulda duyduğu o “kaybeden” kelimesini hatırladı. Ve en sonunda, kadının sesini…

“Sen susunca dünya daha az gürültülü oluyor.”

Uyandığında sabah olmamıştı. Ama içindeki gece bitmişti.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM – SESİN ARDINDAKİ DUVAR

Duvarda, yıllar önce bir akşamüstü vakti asılmış, artık rengi solmuş bir tablo vardı. Ne bir ressam imzası vardı köşesinde, ne de bir anlam iddiası. Sadece bir pencere resmedilmişti. Açık bir pencere ve dalgalanan bir tül. Rüzgârı bile resmetmişlerdi sanki. O tablonun önünde durdu bu sabah. Uzun uzun baktı. “Tül hareket ediyorsa, dışarıda hayat hâlâ var,” dedi kendi kendine.

O sabah hiçbir şey yapmadı. Kahvaltı etmedi, dişlerini fırçalamadı, kahve demlemedi. Sadece düşündü. Sessizliği kazıdı duvarlara. Çünkü içinden bir ses, yıllardır ilk kez net bir biçimde konuşmaya başlamıştı.

“Beni neden susturdun?”
“Hangi gün vazgeçtin kendini duymaktan?”

Bir insan, kendi sesini bastırdığında, başka herkesin sesi çığlık gibi gelir ona. Ve işte o adam da, yıllarca kendi sesini boğduğu için, herkesin söylediklerini hakikat sanmıştı.

Dolaba yöneldi. Gömleklerin arasında elini gezdirdi. Parlak renkli olanları atladı. Siyah olanı seçti. Giyindi ama dışarı çıkmadı. Aynaya bakmadı. Çünkü artık aynadaki yansımanın değil, içindeki çatlağın peşindeydi.

O gün, saatlerce yürüdü zihninde. Anılar arasında değil, ihtimaller arasında gezdi. “Ya şöyle olsaydı…” diye başlayan her düşünce, onu bir başka hayal kırıklığına taşıyordu. Ama durmadı. Çünkü bu yürüyüş, ilk kez bir varışa işaret ediyordu.

Bir ara eski günlüğünü buldu. Üzerinde “Lütfen okuma” yazıyordu. Kimse okumamıştı zaten. Çünkü kimse olmamıştı hayatında. Defteri açtı. İlk sayfa:

“Her şey başladığında bir şarkı çalıyordu. Şimdi ise sadece uğultu kaldı.”

O şarkı…
Hayır, artık ona ihtiyacı yoktu. Şarkı, bir zamanlar duyguları yüzeye çıkaran bir anahtardı. Şimdi ise, sessizlik daha ağır basıyordu. Çünkü sessizlikte yalan söyleyemezdi insan. Sessizlik, en büyük itiraftı.

Ve sonra, mektubu tekrar açtı.

Mektup sararmıştı ama kelimeler hâlâ canlıydı. Kadının yazısı titrek, ama netti. Göz ucuyla bir cümleye takıldı:

“Bazı insanlar sadece geçerken bile iz bırakır. Sen durdun. O yüzden unutulmazsın.”

Birden…
Birden içi boşaldı. Yığıldı. Ağlamadı. Ama içindeki yılların tortusu yerinden oynadı. Duygular taş gibi yere düştü, sesi çıkmadı. Çünkü bazen ağlamak değil, susmak döker yükünü insanın.

Kalktı. Dışarı çıktı. Sokağa değil, geçmişine.

Ve yürürken mırıldandı:

“Ben senden geçemedim. Ama artık kendimden de kaçmıyorum.”

Gecenin karanlığı yoktu artık. Sabahın ışığı değil, içindeki sessizlik aydınlatıyordu yolunu.
Bu adam artık bir hikâye değildi. Hikâyeyi yazandı. 

SON BÖLÜM – YOLCU VE GÖLGE

Tren garı, sabahın ilk saatlerinde bile alışılmış bir yalnızlık taşır. Anonslar yankılanır, ama kimse cevap vermez. İnsanlar gelir, gider. Ve bazıları, ne geldiğini ne gittiğini tam olarak bilmez. İşte o adam, biletini almış ama varacağı yeri hâlâ kendine itiraf edememiş bir yolcu olarak, peronda bekliyordu. Valizi yoktu. Yükü zihnindeydi. Yolculuğu başlamadan çok önce başlamıştı zaten.

Raylara baktı.
Sonra gökyüzüne.
Sonra kalbinin derinliklerine.

İçinden geçen cümle, belki de hayatının en sade ama en doğru cümlesiydi:

“Artık gitmek, bir kaçış değil; bir varış biçimi.”

Tren henüz görünmemişti. Ama yaklaşan demir tekerleklerin o uzak uğultusu, tıpkı yıllar önce içini titreten bir melodi gibi, usulca yayılıyordu havaya. Bir bankta oturdu. Cebinden buruşuk bir kâğıt çıkardı. Kendi el yazısıyla tek bir cümle vardı üstünde:

“Ben seni sevdim. Ama daha çok, senin yanındayken kim olduğumu.”

İşte bu yüzden gitmeliydi. Çünkü artık o ‘kim’ olduğunu biliyordu. Ve bilmek, kalmaktan daha fazlasını gerektiriyordu. Cesareti. Vedayı. Kendinle yüzleşmeyi. Ve en çok da sessiz bir kabullenişi.

Tren perona yanaştı. Camlar buğulu, içi loştu. Adımını attı. Kapıdan içeri girmeden önce son bir kez döndü. Boş perona baktı. Kimse yoktu. Ama o, birini arar gibi bekledi bir an. Sonra anladı:

“O beklediğim kişi, bendim.”

Gülümsedi. Tren kalktı.

Ve o an, dışarıda kimsenin duyamayacağı bir fısıltı yankılandı içeride:

“Bitti.”

Hayır.

“Başladı.”

Adam gitti. Hikâye kaldı. Ve bazı hikâyeler, tam da böyle…

Bu yazıyı paylaş

DİĞER YAZILAR

YAZARA AIT YAZILAR

Aynı Kategoriden Diğer İçerikler

BİR NOSTALJİ YOLCULUĞU:...

O zamanlar, sararmış bir fotoğraf karesi olarak kaldı çoğu evde. Akla geldikçe yüzünüzde hafif...

BİR YERE DEĞİL,...

Bazı aidiyetler doğuştan gelir. Bazıları özenle kurulur, adım adım inşa edilir. Aile dediğimiz yapı...

VARLIĞIN TANIKLIĞI -2

Dünyaya merhaba diyen bir bebeğin, insan olma serüvenindeki yolculuğuna kaldığımız yerden devam ediyoruz. Varlığın...